Günde ortalama 17000 kez nefes alıyorsunuz. Bunu nadiren düşünürüz, fakat perde arkasında oldukça eş güdümlü bir düzen rol alıyor. Yaşamsal organlarınız, mideniz, beyniniz, kemikleriniz, ciğerleriniz, kanınız ve kalbiniz, vücudunuzdaki dokulara oksijen ileterek yaşamınızı devam ettirmenizi sağlıyorlar. Çoğu hücremize oksijen gerekli, çünkü oksijen, aerobik solunumun ana içeriklerinden birisi. Hücrelerimizin birçok muhteşem işlevi güçlendirmek için kullandığı ATP adlı bir molekülü üreten süreç de budur. Fakat vücudumuza tamamına oksijeni almak, oldukça zor bir görevdir. Gaz, etrafından yayılarak, hücrelere girer. Ve bu yalnızca kısa mesafelerde etkili biçimde gerçekleşir. Yani oksijenin vücudumuzdaki hücrelere ulaşması için, bir ulaşım ağı gereklidir. 20 trilyon kırmızı kan hücremiz bu noktada devreye girer. Herbiri kana kırmızı rengi veren oksijen bağlayıcı hemoglobinden ortalama 270 milyon adet içerir. Bu hücreleri üretmek için vücut, yediğimiz yemeklerde bulunan ham maddeleri kullanır. Yani bir bakıma, oksijenin vücuttaki yolculuğunun aslında midede başladığını söyleyebiliriz. Burada, muhteşem bir mekanik ve kimyasal sindirim görüntüsünde, yiyecek en küçük elementlerine ayrılır, tıpkı hemoglobin bloku oluşturan demir gibi. Demir, vücudun kan yenileyici dokusuna, kardiyovasküler sisteme taşınır. Doku, kırmızı kan hücrelerinin doğum yeridir ve kemik iliği boşluklarımız tarafından çevrelenmiş şekilde bulunur. Ciğerler, iliğin üretimi arttırmasını sağlayan bir hormon olan eritropoetinin salınması aracılığıyla kırmızı kan hücrelerimizin seviyelerini düzenler. Vücutlarımız saniyede yaklaşık 2,5 milyon kırmızı kan hücresi üretir, bu sayı Paris'in nüfusuna eşittir ve bu şekilde ciğerlere ulaşan oksijen, yeterli ulaşıma sahip olacaktır. Fakat oksijen ciğerlere ulaşmadan önce beynin de dâhil olması gerekir. Beyin sapı, diyafram kaslarından kaburgalara kadar, sinir sisteminize bir mesaj göndererek, nefes almayı başlatır. Böylece anlaşırlar, kaburga kafesi içerisindeki alanı genişletirler ve bu da ciğerlerin genişlemesini sağlar. Bu genişleme, ciğerlerinizin iç hava basıncını düşürerek havayı içeriye alır. Ciğerlerimizi iki büyük balon gibi düşünebiliriz, fakat aslında durum bundan daha karışık. İşte nedeni. Ciğerlerinizdeki damarlarda bulunan kırmızı kan hücreleri yalnızca kendilerine yakın olan oksijen moleküllerini alabilir. Eğer ciğerlerimiz balon şeklinde olsaydı, balonun iç yüzeyiyle doğrudan temas kurmayan hava doğruca yayılamazdı. Neyse ki ciğerlerimizin mimarisi, çok az oksijenin boşa gitmesini sağlar. İçerisi, temas alanını ortalama 100 metrekareye kadar büyüten, alveol adı verilen yüz milyonlarca minyatür balona benzeyen çıkıntılara ayrılmaktadır. Alveol duvarları, kılcal damarlarla kuşatılmış olan aşırı ince hücrelerden oluşur. Alveol duvarı ve kılcal damarlar birlikte, kan ve oksijeni yayılmaya yetecek kadar yakına getiren iki hücreli kalın bir zar oluştururlar. Daha sonra bu oksijenle zenginleştirilmiş hücreler, ciğerlerden vücuttaki her hücreye ulaşan büyük bir kan damarı topluluğu olan kardiyovasküler ağa taşınır. Bu sistemi uçtan uca düz bir çizgiye oturtacak olsak, damarlar dünyanın etrafını birkaç kez sarabilirdi. Kırmızı kan hücrelerini bu geniş ağda yürütmek için, oldukça güçlü bir pompa gereklidir ve kalbiniz de burada devreye girer. İnsan kalbi günde ortalama 100000 kez kan pompalar ve vücudun takım eforunu tamamlayarak, oksijeni gitmesi gereken yere götüren şey, bu santraldir. Düşünün - tüm bu sistem, küçük oksijen moleküllerinin dağılımı etrafında oluşturulmuştur. Tek bir kısım bozulursa, biz de bozuluruz. Nefes alın. Mideniz, beyniniz, kemikleriniz, ciğerleriniz, kanınız ve kalbiniz sizi canlı tutan muhteşem uyumluluk eylemine devam ediyorlar. Nefes verin.