Hiç mülteciler ve göçmenlere ilişkin
korkularımızın,
gerçeklere dayalı olup olmadığını
düşündünüz mü?
Yoksa bunlar medyanın uydurması mıydı?
Sizlerle medya, göç ve korku ile ilgili
bazı kişisel anılarımı paylaşayım.
Ben ergenlik dönemindeyken,
ailem ev taşıdı
ve ben orayı sevmedim.
İçime kapandım, yaptığım tek şey
evde kalıp kitap okumaktı.
Endişeli ebeveynlerim beni, bir radyo
istasyonunda sunuculuk işi için
seçmelere katılmaya ikna etmeye
çalıştılar.
Katıldım, işi aldım ve annemle babam
yaptıklarına pişman oldular,
çünkü o günden beri susmadım.
(Gülüşmeler)
18 gibi genç bir yaşta,
canlı yayında olmak
çok ürkütücüydü.
Hatalarımın birçoğunu halk içinde
yapmış oldum.
Öte yandan bu, karakterimi geliştiren
ve heyecan verici bir şeydi.
Hayat boyu sürecek arkadaşlıklar
kurdum ve çok şey öğrendim.
Editörüm bana doğruluk ve dürüstlüğün
önemini öğretti --
yalnızca bir gazeteci olarak değil,
bir insan olarak.
Radyo gazeteciliği yapmaya bayılıyordum.
Neredeyse tam beş yıl sonra,
güzel bir Nisan gününde,
tek bir keskin nişancının bir el ateş
edişi, hızla silah atışlarına,
daha sonra da yoğun bir bombardımana
dönüştü.
Birkaç gün içinde, Saraybosna'ya giriş
ve çıkış engellenmişti.
Kuşatma 1425 gün sürdü.
Modern savaş tarihindeki bu tür
kuşatmaların en uzunu.
11.541 Saraybosnalı kardeşim,
bu süre içerisinde öldü.
Benim hayatımın
dağlardan şehrime ateş açan
Sırp milliyetçileri için,
hiçbir değeri yoktu.
Ben, onlar için hayali bir tehdittim
ve onlar, dengesiz milliyetçilikleri adına
benim ve şehrimin
var olmaması gerektiğine karar verdiler.
Size kuşatma altında bir yaşamın
ürkütücülüğünü
anlatmam çok zor --
sürekli nişancı ateşi ve kurşun
bombardımanı altında,
yemeksiz, susuz ve elektriksiz.
Kuşatmanın her geçen günü,
birlikte okula gittiğim, çalıştığım,
sevdiğim insanlara karşı
insanlığımdan bir şeyler yitirdim.
Hissettiğim korku çok çok
farklıydı,
çünkü güvenli hiçbir yer yoktu.
Yani kendin için korkmadığın zaman,
ailen ve arkadaşların için
endişeleniyordun.
Bosna'daki savaş sırasında
100.000 insan öldü.
Çok daha fazlası yaralandı, tecavüze
uğradı ve işkenceye maruz kaldı.
Ülkemin yarısı sürgüne gönderildi
ya da yerinden edildi.
Savaşın başlamasından hemen sonra,
gazeteci olduğum ve
İngilizce bildiğim için
uluslararası savaş muhabiri olarak
çalışmaya başladım.
İnancım, savaşımızı aktarmanın
onu bitirebileceği yönündeydi.
Bu cehennemde 18 aydan sonra,
Saraybosna'daki kuşatmadan
kaçmamı sağladılar
ve kendimi Londra'da buldum.
Şimdi, bir mülteciydim.
Hayatta kalmayı başarmıştım.
Ama tüm hayatım ve kimliğim
elimden alınmıştı.
Yavaş yavaş hayatımı yeniden kurmaya
başladım ve iyileştim.
Ama Londra gibi çok çeşitli insan
barındıran bir metropolde bile
insanlar -- çok iyi insanlar --
bana bir mülteci gibi görünmediğimi
söylerlerdi.
Ben de kibarca onlara sorardım,
''Bir mülteci neye benzer?''
Onlar da bilmediklerini söylerken
biraz utanırlardı.
Bir mülteci neye benzer?
Mülteci gibi görünmek diye bir şey var mı?
Eğer bir mülteci veya göçmenle
bizzat tanıştıysanız,
bu deneyim, görüşlerinizi etkileyecektir.
Pozitif de olabilir, negatif de.
Evet, tüm mülteciler ve göçmenler
hoş insanlar değiller,
bu bir kişilik yarışması değil.
Fakat eğer hiçbiriyle bizzat
tanışmadıysanız
ve yalnızca yayımlanan fotoğraflara
güveniyorsanız,
etkisinde bırakıldığınız şey bu:
Her geçen gün, olumsuz medya
imajları sağanağına tutuluyoruz;
akıntılara dönüşen sellerce
mülteci ve göçmen, buraya işlerimizi,
hastane yataklarımızı almaya geliyor.
Aman Tanrım! Sınırlarımız
kontrolden çıkmış!
Bizi almaya geliyorlar!
Bu, yeni bir olgu değil.
Oxford Göçmenlik Gözlemevi,
iki yıl içerisinde yayımlanmış
58.000 gazete yazısını inceledi.
Bu, 43 milyon kelime demek.
Vardıkları sonuç şuydu:
Göçmen kelimesiyle en sık ve yaygın
olarak ilişkilendirilen kelime,
''yasadışı".
2003'te şu başlık, bir ön sayfa haberiydi:
''Mülteciler kuğuları yedi.''
Bu olayın ne bir görgü tanığı vardı,
ne de olayla ilgili bir polis raporu.
Böyle bir haber çıkarmaları
gerçekten kafa karıştırıcıydı.
Fakat basın o kadar yetersiz
denetlenmekte ki,
bu tür yalan haberlerle ilgili şikayette
bulunmak hasarı düzeltmiyor.
Uzun bir şikayet sürecinden sonra,
gazetenin özür dilemesi gerekmedi,
fakat 41. sayfanın minicik bir köşesinde
tekzip yayınlamak zorunda kaldılar.
Kuğuların hikayesi epey popüler.
Birkaç yılda bir yeniden
karşımıza çıkıyor.
2010 yılında mültecilerin yerini,
Doğu Avrupalı göçmenler almıştı.
Bu tür olumsuz kalıp yargılar,
günlük hayatlarımızın her anında mevcut
ve kimse bunlara karşı çıkmıyor.
Mülteci ve göçmenlerin sesi hemen
hemen hiç duyulmuyor
ve bu, bir korku iklimi yaratıyor.
Toplumumuzdaki her kötülük için
göçmenleri suçluyoruz.
Halkın göçten bu kadar
korkmasına şaşırmamalı.
Üst üste yapılan anketler gösteriyor ki,
Britanya halkı
göçmenlerin sayısını ve toplumdaki
etkisini gözünde büyütüyor.
Tabii bu durumda, politikacılar da
insanların yaşadığı bu korkuya
bir tepki vermek zorunda.
Ne yazık ki, ne halkın içini
rahatlatıyorlar,
ne de onlara gerçekleri anlatıyorlar.
Aksine, yanıtları ve davranışları
bu korkuları tetikliyor.
Sınırları kontrol etmekten,
sayıları azaltmaktan bahsediyorlar.
İnsanların haklarını kısıtlayan
uygulamalar getiriyorlar
ve hizmetlere ulaşımı kısıtlıyorlar.
Tüm bunlar yalnızca
korkuyu gittikçe büyüyecek
şekilde tetiklemeye yarıyor.
Bunun hepimize verdiği zararı,
en iyi şekilde, en sevdiğim Jedi Ustası
Yoda'nın sözleri özetler:
''Korku, karanlık tarafa giden yoldur.
Korku, öfkeye yol açar.
Öfke, nefrete sebep olur.
Nefret, acıya neden olur.''
Bu beni endişelendiriyor.
İnsanlığımdan bir şeyler
eksildiğini hissediyorum.
Şu, beni endişelendiriyor:
Benim gibi aktivist ve avukatlar,
gerçekler hakkında konuşmaya
ve insanların neden göç ettiğini
açıklamaya çalıştığımızda,
siyaseten doğrucu, naif ve duygusal diye
damgalanarak savuşturuluyoruz.
Önleyici saldırı olarak,
bizlere sıklıkla
göçmenlik hakkında konuşmanın
ırkçı olmadığı söyleniyor.
Bir kez olsun katılıyorum.
Göçmenlik hakkında konuşmak
ırkçı değildir.
Ben bundan hep bahsediyorum.
Farkı yaratan şey, mülteciler
ve göçmenler hakkında
nasıl konuştuğumuz.
Geçen yıl Nisan'da, İtalyan kıyılarındaki
kitlesel boğulma olayının ardından,
The Sun köşe yazarı,
başka aşağılayıcı yorumlara ek olarak,
insanlardan hamam böcekleri
diye bahsetti.
Bu tür dil bizi neden endişelendirmeli?
Konuşma özgürlüğünün
anlamı tam da bu değil mi?
Her tür düşüncenin paylaşılıp
tartışılabilmesini sağlamak?
Bu beni endişelendiriyor çünkü
insanlıktan çıkarma,
soykırıma giden sekiz basamağın üçüncüsü.
Bu sınıflandırmayı, Soykırım Nöbeti'nin
kurucusu Prof. Gregory Stanton yapmış.
1. Evre, sınıflandırma:
Kendimizi ''biz'' ve ''onlar''
olarak ikiye ayırıyoruz.
2. Evre, simgeleştirme:
Farklı gruplara isimler ve
semboller veriyoruz.
Birbirimize Yahudi ve Alman, Tutsi ve
Hutu, Sırp ve Bosnalı diyoruz.
Sınıflandırma ve simgeleştirmenin
soykırıma yol açması zorunlu değil,
eğer insanlıktan çıkarmaya
yol açmıyorlarsa.
Peki tüm bu korku tellallığının,
sadece mülteciler ve göçmenler
için değil,
hepimiz için anlamı ne?
Bu hayali korkulara odaklanmışken,
hakkında konuşmadığımız şeyler neler?
Tüm bu sessiz kalışlar demokrasimize
nasıl etki edecek?
Gerçeklerle ilgili konuşacak
çok fazla fırsatım olmuyor,
bu yüzden lütfen müsaade edin.
Haydi bazı gerçeklere bakalım --
hepimizin ve gazetecilerin
telefonlarımızdan kolayca bulabileceği
gerçeklere.
Gerçek şu ki, 2015'te,
244 milyon insan
yani dünya nüfusunun
tam olarak % 3,3'ü,
ana vatanlarının dışında yaşadılar.
Bu sayı 1995'te, %2,6 idi.
Gerçek şu ki, hiçbir ülke göçmenliğin
kontrolünü kaybetmiş değil --
buna şu anda nüfusunun %88'i
göçmenlerden oluşan Katar da dahil.
Gerçek şu ki, şu anda dünyada
yerinden edilmiş
60 milyon insan var
ve hayatları için korku
içinde yaşayanlar onlar.
Gerçek şu ki, gelişmekte olan ülkeler,
dünyadaki mülteci nüfusunun
%86'sına ev sahipliği yapıyor.
Gerçek şu ki, bu mültecilerin
yarısından fazlası 18 yaşından küçük.
Gerçek şu ki, bu insanların yaklaşık
üçte ikisi, geri dönme olasılığı olmadan
5 yıldan fazla süredir sürgünde yaşıyor.
Maalesef, bir diğer güçlü gerçek de şu ki,
gerçekler sıkıcıdır,
özellikle de medya için:
Drama yok ve olumlu hikayeler
pek ilgi çekmiyor.
Bir dakikalığına yeniden
gazeteci olmama izin verin.
Yalnızca medyayı suçlayabilir miyiz?
Yakın tarihimiz,
nefret, dışlama ve insanlıktan çıkarmanın
nasıl hayal edebileceğimiz
en kötü felaketlere yol açabileceğinin
örnekleriyle dolu:
Nazi soykırımı.
Bosna ve Ruanda'daki soykırımlar.
Tarihte daha geriye gidecek olursak,
bulunan ilginç örneklerden bir tanesi,
çok nadir bulunan dökümanlardan
Shakespeare'in el yazısıyla
yazılmış bir şeydi.
Bu, yakın zamanda Londra'da sergilendi.
Shakespeare, bir oyununda
Londralıların işlerini çalmakla
suçlanan mültecilere,
insancıl şekilde davranılmasını
tutkulu bir biçimde savunan
bir konuşma yazmış.
Bu metnin yazıldığı zaman,
Fransız Protestanları'nın
başkente gelip sığınma aradığı zaman.
1600.
Bu hikayede beni etkileyen şey,
sadece Shakespeare'in ne kadar
mükemmel olduğu değil,
aynı zamanda onun benim tarafımda olduğu,
ama öte yandan, oyunun yazıldığı dönemde
kargaşaya yol açabileceği korkusuyla
sahnelenmemiş olması.
Daha yakın bir zamanda, Almanya'da,
''Der Spiegel'' ateş altında kaldı
çünkü bazı okurları onları
hiçbir kanıta dayanmadan,
mültecilerle ilgili olumlu hikayeler
uydurmakla suçladı.
Anketçiler, Almanların sadece
dörtte birinin,
medyanın mültecilerin eğitim düzeyi
ve aralarındaki kadın ve çocuk
oranıyla ilgili
doğru bilgi aktardığına inandığını
ortaya çıkardılar.
Ee, karanlık tarafa geçtik mi?
Ne yapabiliriz?
Ben yaptığım şeyi yapıyorum çünkü
benim umudum var
ve umudumun kaynağı körü körüne
insanlığa inanmam değil.
Umudumun kaynağı,
her gün tanıştığım harika insanlar,
mülteciler ve göçmenler, yanı sıra
vatandaşlar --
ki onların küçük iyi niyet gösterileri,
bu insanlar için çok büyük
bir fark yaratıyor.
Bir yandan, medyayı bu tarz haberciliği
değiştirmeye ikna edemezdim.
Öte yandan, gerçeklerin işe yaramadığı
gerçeğiyle yaşayamazdım.
Bu yüzden farklı bir şey
denemeye karar verdim:
İş arkadaşlarımla, ''Hareket Halindeki
Kadınlar Ödülü'''nü kurduk.
Her yıl Kraliyet Festival Salonu'nda,
inanılmaz mülteci ve göçmen kadın
liderleri kutluyor,
onlara hikayelerini anlatabilmeleri ve
yaptıkları katkıların fark edilebilmesi
için bir platform yaratıyoruz.
Diğer güçlü kadınları, güçlerini
paylaşmaları ve onları desteklemeleri için
davet ediyoruz.
İşlerini dürüstlükle yapan,
insan hikayelerini ve gerçekleri
aktaran gazetecileri övüyoruz.
Ayrıca, şampiyonları, dikkate değer
insanları da kutluyoruz --
küçük iyi niyet gösterileriyle
bütünleşmenin günlük hayatta
işlemesini sağladıkları için.
Bu sene bu şampiyonlar zorlu bir
görev üstlendiler.
Mültecileri karşılama sorumluluk
ve görevleriyle ilgili
daha farklı düşünebileceklerine
karar verdiler.
Aslında koruma gücünü içlerinde
barındırdıklarına
ve insanları hoş karşılama hakları
olduğuna karar verdiler.
Şimdi, daha fazla mülteciyi güvenli
bir şekilde getirmek
ve onlara destek olmak için
ülke çapında para topluyorlar.
Şimdi baştaki soruma geri dönüyorum:
Mülteciler ve göçmenlerle ilgili
fikirlerimizin,
gerçeklere dayalı olup olmadığını
hiç düşündünüz mü?
Sizi, sadece gerçekleri görmeye değil,
mültecileri ve göçmenleri hareket halinde,
dirençli bir şekilde sağ kalmış
yakında vatandaş olacak insanlar
olarak görmeye davet ediyorum.
Sizi, kendimizi mültecileri
koruyabilme gücüne
ve onları hoş karşılama hakkına sahip
vatandaşlar olarak
görmeye davet ediyorum.
Bunu yaptığımızda, göç etmeyi hayatın
bir gerçeği olarak gördüğümüzde,
ondan korkmayı keseceğiz
ve onu düzenleyecek öz güveni
bulacağız.
Teşekkür ederim.
(Alkışlar)