Herkese merhaba.
Adım Zain Asher,
CNN International'da sunuculuk yapıyorum.
Hayalimdeki işi yaptığımı
sizlere söylemekten müthiş gururluyum.
Her gün yataktan kalkıp
heyecanla işime gidiyorum.
Hayatım hep böyle olmadı tabii,
bununla ilgili olarak
sizlerle paylaşmak istediklerim var,
umarım bazılarınıza yol gösterir,
hatta motive edip ilham olur.
Şimdi CNN International'da sunucuyum
fakat dört, dört buçuk yıl önce
resepsiyonist olarak çalışıyordum.
Bunu sizlerle paylaşmamın nedeni,
başarının asla düz bir çizgi
takip etmediğini söylemek için.
Bu yolda her zaman tümsekler
karşınıza çıkacaktır.
Hayatımda çok uzun bir süre
sıkı çalışmanın başarıya giden
yol olduğuna inandım.
Şöyle derdim "Biliyor musun ?
Çok çalışırsan
tabii ki başarılı olursun."
Fakat şu anda farkediyorum ki,
hikayede çok daha fazlası var.
Çok çalışan sayısız insan var,
hala istedikleri işlerde çalışmayan.
Olğanüstü yetenekli birçok insan var
hatta doğru insanları tanıyorlar,
iyi eğitimliler fakat
hala istedikleri yerde değiller.
Peki, çok çalışmak değilse eğer başarıyı
belirleyen şey neydi ?
Bu soruyu cevaplamaya çalışırken
sizlerle kendi hayatımdan
kesitler paylaşacağım.
Londra'da doğdum ve büyüdüm.
Ailem ve ben köken olarak
Nijerya'dan geliyoruz.
Hayatımın en kötü ve en zor günü
3 Eylül 1988'di.
Beş yaşlarındaydım.
Annemle birlikte Londra'daki
evimizin mutfağındaydık.
Nijerya'da bir düğünden henüz dönmüştük.
Babam ve ağabeyim hala Nijerya'dalardı,
düğünden birkaç gün sonra baba-oğul
birlikte seyahat edeceklerdi.
3 Eylül 1988 günü eve geleceklerdi.
Biz de onları havaalanından alacaktık.
Bekledik, bekledik, bekledik..
Herhalde uçağı kaçırdılar diye düşündük.
Beklemeye devam ettik.
Hiçbir haber yoktu.
Daha sonra, aynı gün içinde
anneme Nijerya'daki bir aile dostumuzdan
telefon geldi,
ve hattın diğer ucundaki ses şöyle dedi,
"Kocan ve oğlun bir araba
kazası geçirdi.
Bir tanesi öldü ama hangisi
olduğunu bilmiyoruz."
Araba kazası Nijerya'da olmuştu
ve arabada beş kişiydiler.
Arabanın arkasında oturan bir kişi hariç
herkes kaza anında öldü,
babam ve ağabeyim de arkadalardı.
Daha sonra öğrendik ki ölen babamdı.
Annem o zaman hamileydi.
Tabii ki mahvoldu çünkü
annemle babam birbirlerine
gerçekten aşıklardı.
Dolayısıyla tek ebeveynli
bir ailede büyüdüm.
Annem beni bir süre Nijerya'da yaşamam
için anneannemin yanına gönderdi.
Dödüğüm zaman, hayatta başarılı
olmak için çok çeşitli insanla
temas edebilmek gerektiğine
karar verdi.
Beni çok çeşitli okullara gönderdi.
Nijerya'da okudum.
Londra'nın güneyinde fakir bir
mahalledeki devlet okuluna gittim,
sonra özel bir okula gittim daha
sonra da yatılı bir okula.
Bu tamamen kasıtlı yapılmıştı.
Çünkü annem, hayatta kalmak için
her türlü insanla
ilişki kurabilmeyi bilmek
gerektiğine inanıyordu.
Onaltı yaşıma geldiğimde,
çok sıkı bir Nijeryalı anneye sahiptim.
fakat onaltı yaşındayken Oxford'a
gitmemi istedi.
Sonra oturdu ve düşündü,
"OK. Çocuğumun Oxford'a
gitmesini nasıl garanti edebilirim?
Bunun için ne yapmalıyım ?"
Birkaç gün düşündü bu konuda,
ve sonra bir teklifle geldi,
onsekiz ay boyunca
bana televizyon izlemeyi
yasaklayacaktı.
(Kahkahalar)
Sadece BBC ve CNN International
izlememe izin vardı.
Eğer herhangi birşey izlemek istersem,
özel olarak izin almam gerekiyordu.
Bu televizyon yasağı, telefon, internet
ve müzik yasağını da kapsamaya başladı.
Ders çalışmak dışında yapacak
birşey kalmamıştı.
Sonra annem bana dedi ki,
"Eğer benim evimde yaşıyorsan,
tekrar televizyon izlemenin tek yolu
Oxford'a girmekten geçer."
(Kahkahalar)
Şu anda gülüyorum çünkü çok komik.
Ve biliyor musunuz işe yaradı.
Çok sıkı çalıştım, tüm notlarım A idi
ve Oxford'a gittim.
Genelde baktığımızda çok da
kolay bir çocukluk yaşamadım.
Tek ebeveynle büyüdüm,
fazla paramız yoktu.
Devamlı okul değiştiriyordum,
ve bu sebeple çok zor
arkadaş ediniyordum.
Çok kolay bir çocukluk değildi evet,
ama her dakikasını sevdim
çünkü beni gerçek hayata hazırladı.
Bahsettiğim gibi,
özellikle Oxford'a gittikten sonra
New York, Kolombiya'da yüksek
lisansımı yaptım.
Bu noktaya gelene kadar sıkı
çalışmanın başarının anahtarı
olduğuna inandım.
Şimdi farkediyorum ki olay
bu kadar değil.
Hikayenin daha önemli
kısmını ise şimdi paylaşacağım.
İlk inandığım şey şu;
mücadelenize güvenin.
Bu çok fazla duyduğum bir söz;
"Mücadelenize güvenin."
Anlamı ise,
hayatta karşılaşacağınız
her zorluğa rağmen,
sonucun iyi olacağına dair
inancınızı koruyun.
Bahsettiğim, dört,
dört buçuk yıl önce
resepsiyonist olarak çalışıyordum,
California'da bir üretim firmasında.
Resepsiyonisttim ve
şirket içinde bir yükselme
istiyordum.
Fakat ne kadar da çabalasam
terfi alamıyordum.
Ne kadar uzun saatler çalışsam da
veya haftasonları gelsem de,
patronumun beni farkedip
terfi ettireceğini umuyordum,
bu hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Ve benim istediğim pozisyon için
dışardan adaylara bakmaya
başlamışlardı bile.
Benzer şeyler yaşamış
olanlarınız bilir nasıl hissettiğimi.
Resepsiyonist olduğumdan dolayı,
görevim mülakat için gelenlere
su servis etmekti.
(Kahkahalar)
Evet, hiç kolay değildi.
Ben de bu durumla ilgili
kendimden çok hoşnut değildim.
Biraz içime döndüm ve
kendime sordum,
"Gerçekten ne yapmak istiyorsun?
Bu sana kasten yapılmadı.
Ne yapmak istiyorsun ?"
Ben her zaman canlı yayın
muhabirliğine tutkun olmuşumdur.
New York'ta bir televizyon
kanalını aradım,
lokal bir haber kanalını,
ve sordum "Sizinle çalışmak için
ne yapmalıyım?"
Ne yazık ki, hiç tecrübem yoktu.
İki ya da üç yıl tecribeli bir
muhabir arıyorlardı ve
benim tek tecrübem telefonları
cevaplayıp faks çekmekti.
Tüm bildiğim bunlardı.
Peşpeşe bana hayır dediler tabii ki.
Bir de üstüne Amerika'da yaşayıp
İngiliz aksanına sahiptim,
bu durum lokal bir haber
kanalında çalışmamı çok
zorlaştırıyordu.
Ulusal haberlerde çok daha kolaydı,
lokal haberlerde ise doğal olarak
daha zordu.
Ve tabii hayır dediler,
fakat ben hayırı bir cevap
olarak kabul etmemeye karar verdim.
İşyerime hasta olduğumu söyledim,
oda arkadaşıma, ev arkadaşıma
birkaç yüz dolar ödedim,
onlarda Los Angeles'ta kendimi
filme çekmeme yardımcı oldular,
bir çeşit oyuncu gibi muhabirlik oynadım
içerde ve dışarda muhabirlik çalıştım.
İçerde ve dışarda yaptıkları
herşeye çalıştım,
sonra birkaç bölümü bir araya getirdim
çeşitli muhabirleri çalışırken
öğrendiğim
üzerine ses eklenmiş
parçalardı bu bölümler.
Ve bana bir şans vermeleri umuduyla
haber kanalına gönderdim.
Maalesef, bu gibi kanallar
binlerce başvuru binlerce kayıt alıyorlar.
Dolayısıyla bana geri dönmeleri
birkaç ayı aldı.
Bu arada, ekonomik kriz
patladı ve işimi kaybettim.
Ne bir işim ne de param vardı artık.
New York'a taşınmaya karar verdim,
bir kanalın en azından bana
olumlu döneceğini umarak.
Bir sürü mesajlaşma ve tırmalama
sonucunda
bana geri dönüş yaptılar.
Mülakata çağırdılar,
ve hiç tecrübem olmamasına
rağmen bu kaydı
hazırlamış olmamdan çok etkilendiler,
neler yapabileceğimi gördüler,
ve hemen işe alındım.
(Alkışlar)
Teşekkürler
İşte bu yüzden
"Mücadelenize güvenin" diyorum.
İkinci inandığım şey ise,
bu tamamen beklenmeyen birşey,
dürüstçe söyleyeyim, rekabete
inanmıyorum.
Kurumlar size hayatta
başarılı olmak, ilerlemek
için rekabetçi olmanızı, başarıya
doğru hareket etmenizi ve
birbirinizle rekabet etmenizi söyler.
Ben istediğim için rekabet
etmeye inanmıyorum.
Ben, istediğimi yaratmaya inanıyorum.
Abraham Lincoln'ün de ddiği gibi,
geleceği tahmin etmenin en iyi yolu
onu yaratmaktır.
Daha başarılı olmam için,
birilerinden herhangi birşeyi
almam gerektiğine inanmıyorum.
Tabii ki kendi benzerlerinize
bakmanın faydaları olacaktır,
özellikle ilham açısından.
Fakat rekabetçi bir
ruha sahip olmak,
tek kişinin olacağına inanmak,
kendinizi diğer insanlarla devamlı
olarak karşılaştırmak
sizi geri tutan korku ve endişeleri
dışarı çıkaracaktır.
CNN'de başka bir pozisyon için
mülakat yaparken
anahaber işi,
aynı görev için rekabet ettiğim
bir kızın yanına oturdum,
işlerin iyi gitmemesini dilemekten öte
onunla saatlerce oturdum ve kıza
yardım ettim,
kendini nasıl geliştireceğini gösterdim,
ve o da tıpkı benim gibi işi aldı.
Ekran denemesi için ilk ben girdim,
çıkınca ona tüm soruları ve
ona göre hazırlanmasını söyledim.
Ben rekabete değil,
istediğimi yaratmaya inanıyorum.
Zaten yaratılmış birşey için
rekabet etmeye inanmıyorum.
Üçüncü inandığım şey ise, vermek;
çünkü hayatım boyunca gördüm ki
verdikçe daha fazla alıyorsunuz.
Bu dersi Kat Cole isimli
bir hanımdan öğrendim,
kendisiyle CNN'de bir röportaj yaptım.
Bir kurumda CEO kendisi
ve mesleğe Hooters'ta
garsonluk yaparak başlamış.
Şimdi, bilmiyorum-
(Kahlahalar) Gülüyorsunuz ama
Hooters'i bildiğinizi sanmıyorum,
İngiltere'de Hooters var mı
bilmiyorum,
Amerika'da bir restoran zinciri,
garson kızlar yarı çıplak.
O böyle başlamış çalışmaya.
Dönüşüm konusunda meraklandım,
öyle bir ortamdan sonra-
özellikle de fakir bir ailede büyümüş
annesi her hafta yiyecek için
on dolar birktirirmiş,
ve şimdi CEO olmuş.
Özellikle maddi olarak neler yaşadığını
merak ettim.
Parası olmamanın ne demek olduğunu
bilmediğini söyledi,
çok iyi kazanmasına rağmen,
çünkü bugün hala parasının büyük
bölümünü dağıtıyor,
çünkü o, ne kadar çok verirse o kadar
çok alacağını biliyor.
Bu beni çok etkiledi,
CNN'de birçok CEO ile röportaj yaptım
birçok teknoloji insanıyla görüştüm,
bazıları milyonlarca dolar kazanmışlardı.
Genelde söyledikler şey,
"Eğer başarılı olmak istiyorsan,
çevren olmalı, markan olmalı,
rakiplerini iyi bilmelisin."
Başka güzel tavsiyelerde de bulundu,
ama esas hikayenin özü
ne kadarçok verirsen o kdar
çok alacağındı.
Size diyebilim ki, bunu denedim
almak amacıyla vermeye inanmıyorum,
fakat çok haklı, verdikçe alıyorsunuz.
Son olarak söyleyeceğim şey ise,
çok çalışmakla ilgili değil.
Bunu duyduğumda, çok klişe gelmişti
büyürken çok duymuştum,
o da "Başarı, fırsatın siz hazır
olduğunuzda gelmesidir."
O kadar çok duydum ki,
artık klişe geliyordu bana
ve dikkat bile etmiyordum bu konuya.
Şimdi farkediyorum ki çok doğru.
Size bir örnek vereyim.
New York'ta lokal haberlerdeyken
uluslararsı haber tarafına
geçmeyi çok istiyordum.
Gençkızlığımdan beri CNN'de
çalışmayı hep istedim.
Farklı muhabirleri incelerken farkettim ki
bir özelliğimin olması gerekiyor,
bir çeşit uzmanlık,
diğerlerindan daha iyi yaptığım birşey.
Bu herhangi bir şey olabilir, spor
muhabirliğinden
siyaset muhabirliğine veya
iş dünyası muhabirliğine.
Ben iş dünyasını seviyordum.
Lokal haberlerde çalışırken
kendi kendime iş dünyası haberleri
çalışmaya başladım,
herhangi bir fırsat olduğundan değil,
ya da bir mülakata falan hazırlandığımdan,
sadece bir gün o fırsatın bana
geleceğine inandığımdan
hazır olmalıydım.
Her haftasonu kütüphaneye gittim,
bir haftasonu hisse senetlerini çalıştım,
diğer hafta bonoları,
sonra türev piyasalarını
sonra birleşme ve satınalmaları,
hep kendi kendime.
New York Madison 33 numaradaki
kütüphaneciler
artık beni çok iyi tanıdılar
çünkü çoğunlukla
orayı en son terkeden bendim.
Bunu birkaç yıl boyunca yapınca
sonunda bir fırsat oldu ve CNN'de bir
yöneticiyle tanıştım
ve ona hangi bölümlerde çalıştığını sordum.
İş dünyası haberlerini yönettiğini ve
muhabir aradığını söyledi.
Bana iki hafta süre verdi,
ekran testi ve finansal haber testi için.
Kendince suçluluk hissetti,
iki hafta gibi az bir süre verdiği için
fakat ben yıllardır hazırlanıyordum.
Bu da benim ağabeyimden
öğrendiğim bir hayat dersi.
Bazılarınız bana onunla ilgili geldiler,
ağabeyim oyuncu,
geçen yıl vizyona giren bir filmde oynadı,
ismi "Twelve Years a Slave"
("12 yıllık Esaret").
En iyi erkek oyuncu dalında
Oscar adayı
bu dersi ondan öğrendim.
Müthiş bir hazırlanıcıdır kendisi.
13 yaşındayken kendini odaya kilitler
duvarlara Shakespeare yazardı,
oyunlara çalışır ezberlerdi,
Measure for Measure,
Twelfth Night, Richard III
gibi oyunlara, seçmeler olduğundan değil
bir gün seçme olursa
hazır olmak için.
Kaç kere yaptğının önemi yok;
bir daha bir daha bir daha yaptı
ve becerdi.
Bir sürü insan mülakat için aranmayı
bekler
ondan sonra hazırlanır
ya da oyuncu seçmesi bekler
sonra prova yapar.
Benim ağabeyim bana öce hazırlanmayı
öğretti.
Toparlarsam, mücadelenize güvenin,
ne kadar zorluk da yaşasanız
bu sizin faydanıza olacaktır.
Rekabete inanmıyorum,
Vermeye inanıyorum,
fıratın bir gün karşınıza
geleceğine inanaya ve bilmeye.
Sadece hazır olmalısınız.
Teşekkürler.
(Alkışlar)