Üç kuşaktan kadının bağlarını, bu bağların şaşırtıcı gücünün 30 yıldan uzun süre önce Çin Denizindeki küçük bir gemide 5 gün ve gece boyunca küçük kız kardeşi, annesi ve büyükannesi ile birlikte sıkışıp kalan 14 yaşındaki bir kızın hayatında nasıl kök saldığını, şu an San Francisco'da yaşayan ve bugün size bir konuşma yapan o küçük kızın hayatında kök salan ve asla koparmadığı bağları 10 dakika içinde nasıl anlatabilirim? Bu bitmiş bir hikaye değil. Bu parçaları hala bir araya getirilmekte olan bir yapboz. Size bu parçaların birkaçını anlatayım. İlk parçayı hayal edin: bir adam hayatının işini yakıp kül ediyor. O bir şair, bir oyun yazarı, tüm hayatı ülkesinin birliği ve özgürlüğü umuduyla dengelenmiş bir adam. Onu Saigon'a giren bir komunist olarak hayal edin, hayatının tamamen bir zaman kaybı olduğu gerçeğiye yüzleşen. Kelimeler, uzun süredir dostu olanlar, artık onunla alay ediyordu. Sessizliğe gömülmüştü. Tarihin ihaneti yüzünden kahrından ölmüştü. O adam benim büyükbabam. Onu tanıma şansım olmadı. Ama hayatlarımız anılarımızdan çok daha fazlasıdır. Büyükannem onun yaşamını unutmama asla izin vermedi. Görevim onun yok olmasına izin vermemekti ve çıkarmam gereken ders şunu öğrenmekti: evet, tarih bizi yok etmeye çalıştı ama biz buna göğüs gerdik. Yapbozun diğer parçası şafak vakti açık denizde sessizce süzülen bir gemiye ait. Annem, Mai, babası öldüğünde 18 yaşındaydı -- çoktan görücü usulü ile evlenmiş ve iki kız çocuğu dünyaya getirmişti. Onun için, hayat tek bir görevden ibaretti: ailesinin kaçışı ve Avustralya'da yeni bir yaşam. Başaramayacak olması onun için akıl almaz birşeydi. Hayale karşı koyan dört yıllık bir efsaneden sonra, balıkçı teknesi süsü verilmiş bir gemi denize açıldı. Tüm yetişkinler risklerin farkındaydı. En büyük korku korsanlar, tecavüz ve ölümdü. Gemideki bir çok yetişkin gibi, annem de yanında küçük bir şişe zehir taşırdı. Yakalansaydık, önce kız kardeşim ve ben sonra o ve büyükannem içecekti. İlk anılarım gemide geçirdiğim zamandan -- motorun sabit ritmi, her dalgaya çarpan pruva, uçsuz bucaksız ufuk. Defalarca saldıran ama gemideki adamların meydan okumasıyla püskürtülen korsanları ya da motorun bozulduğunu ve altı saat boyunca çalışmadığını hatırlamıyorum. Malezya sahili açıklarındaki petrol kulesinin ışıklarını ve denize düşüp ölen genç adamı hatırlıyorum, yolculuk onun için sona ermişti, ve yediğim ilk elmayı hatırlıyorum, kuledeki adamlar vermişti. Hiçbir elmanın tadı birbirine benzemiyordu. Mülteci kampındaki üç aydan sonra, Melbourne'de karaya çıktık. Yapbozun diğer parçası ise üç kuşaktan dört kadının birlikte yeni bir hayat kurması hakkında. Footscray'ye yerleştik, demografisi göçmen tabakasından oluşan bir işçi sınıfı banliyösüydü. Varlığından bihaber olduğum yerleşik orta sınıf banliyölerinin aksine Footscray'de hak sahibi olmak diye bir şey yoktu. Dükkan kapılarından yayılan kokular dünyanın geri kalanından geliyordu. Ve çat pat söylenen İngilizce kelimeler tek ortak noktaları hayata tekrar başlamak olan insanların arasında değiş tokuş ediliyordu. Annem çiftliklerde çalıştı, sonra da altı gün, çift vardiyalı araba montaj hattında. Bir şekilde İngilizce çalışmaya zaman buldu ve bilgi teknolojilerinde yeterlilik kazandı. Fakirdik. Tüm dolarlar bir kenara ayrılmıştı ve eksik olan şeylere bakılmaksızın bütçemiz ek İngizce ve matematik derslerine göre ayarlanmıştı, bu eksikler genelde yeni kıyafetlerdi, her zaman ikinci el giyerdik. Okulda giymek için herbiri diğerindeki delikleri saklamaya yarayan iki çift çorap. Bileklere kadar inen bir okul forması, çünkü altı yıl boyunca giymeliydik. Ve çok nadiren de olsa "çekik gözlü" nidaları ve ara sıra da duvar yazıları vardı: "Asyalı, evine git." Neredeki eve? İçimde birşey pekişiyordu. Bir karar yığını vardı ve kısık bir ses şöyle diyordu: "Seni görmezden geleceğim." Annem, kız kardeşim ve ben aynı yatakta uyurduk. Annem her gece çok yorgun olurdu ama yine de birbirimize günümüzün nasıl geçtiğini anlatır, büyükannemin evde dolaşırken çıkardığı sesleri dinlerdik. Annem geceleri gemiyle ilgili kabuslar görürdü. Ve benim işim o kabuslar görmeye başladığında uyandırmak için uyanık kalmaktı. Bir bilgisayar dükkanı açtı sonra da güzellik uzmanı olmak için eğitim aldı ve başka bir kurdu. Ve kadınlar beraberlerinde hikayelerini de getirdi, uyum sağlamayı başaramadıkları için kızgın ve inatçı olan erkeklerin ve iki dünya arasında kalan sorunlu çocukların hikayelerini. Yardımlar ve sponsorlar arandı. Merkezler kuruldu. Paralel dünyalarda yaşadım. Birinde, kendinden beklentilerinde acımasız olan Asyalı klasik bir öğrenciydim. Diğerindeyse, vahşetin, uyuşturucunun ve dışlanmanın trajik bir şekilde iz bıraktığı hayatların ağına düşmüştüm. Ama yıllar boyunca çoğuna yardım edildi. Ve bu iş sayesinde, hukuk öğrenciliğimin son yılında, yılın genç Avustralyalısı olarak seçildim. Ve yapbozun bir parçasından diğerine fırlatıldım ve parçaların kenarları birbirine uymadı. İsimsiz Footscray sakini Tan Le artık mülteci ve sosyal eylemci olan, konuşma yapmak için daha önce adını hiç duymadığı yerlere ve varlığını tahmin bile edemeyeceği evlere davet edilen Tan Le idi. Protokolleri bilmiyordum. Çatal bıçak kullanmayı bilmiyordum. Şarap hakkında nasıl konuşulur bilmiyordum. Hiçbir şey hakkında nasıl konuşulduğunu bilmiyordum. Bilinmeyen bir banliyödeki hayatın rutinine ve rahatlığına dönmek istedim -- hergünü neredeyse 20 yıldır aynı şekilde birbirimize günümüzün nasıl geçtiğini anlatıp, uykuya dalarak bitiren bir büyükanne, bir anne ve iki kızın hayatına, üçümüzün hala aynı yatakta uyuduğu hayata. Anneme bunu yapamayacağımı söyledim. Bana onun gemiye bindiğimiz zamankiyle aynı yaşta olduğumu hatırlattı. "Hayır" hiçbir zaman bir seçenek olmamıştı. "Sadece yap" dedi, "ve olduğundan başka biri gibi olma." Böylece gençlerin işsizliği ile eğitimi ve ötekileştirilmişlerin ve haklarını kaybetmişlerin göz ardı edilmesini dile getirdim. Ve ben daha içten konuştukça, daha çok konuşma yapmam istendi. Her kesimden insanla tanıştım, büyük kısmı sevdikleri işi yapıyordu, ihtimallerle dolu bir hayatları vardı. Ve okulu dereceyle bitirmeme rağmen hukuk alanında bir kariyer istemediğimi farkettim. Yapbozun başka bir parçası olması gerekiyordu. Ve aynı zamanda yabancı olmanın, yeni gelmiş olmanın, sahneye yeni çıkmış olmanın iyi birşey olduğunu farkettim -- ve sadece iyi de değil, aynı zamanda müteşekkir olunması gereken birşey, belki de gemiden gelen bir hediye. Çünkü içerden biri olmak kolayca ufku daraltmak anlamına gelebilir, uzmanlık alanınızın ihtimallerini kolayca kabul etmek anlamına gelebilir. Güvenli bölgemden şunu bilecek kadar dışarı çıktım: evet, dünya birbirinden ayrılıyor ama korkuğunuz şekilde değil. İzin verilmeyecek olan ihtimaller olağandışı bir şekilde cesaretlendiriliyordu. Orada bir enerji vardı, yatıştırılamaz bir iyimselik, tevazu ve gözüpekliğin garip bir karışımı vardı. Ve iç güdülerimi takip ettim. "Başarılabilir" sözünü karşı konulamaz bir oluşan küçük bir takım oluşturdum. oluşan küçük bir takım oluşturdum. Bir yıl boyunca hiç para kazanamadık. Her günün sonunda, hepimizin paylaştığı koca bir kase çorba yapardım. Her gece geç saate kadar çalışırdık. Fikirlerimizin çoğu çılgıncaydı ama ufak bir kısmı ise dahiceydi ve büyük çıkışımızı yaptık. Tek bir geziden sonra A.B.D'ye taşınma kararı aldım. Yine içgüdülerimi dinledim. Üç ay sonra taşınmıştım ve macera devam ediyordu. Bitirmeden önce size büyükannemden bahsedeyim. Konfüçyüsçülüğün sosyal norm ve önemli olan kişinin Mandarin(Çin'de yüksek memur) olduğu zamanda büyümüştü. Hayat yüzyıllardır değişmemişti. Babası o doğduktan kısa süre sonra ölmüştü. Annesi onu tek başına büyütmüştü. 17 yaşında bir Mandarin'in ikinci eşi olmuştu, kocasının annesi ona şiddet uygulamıştı. Kocasından hiç destek görmediği için, onu mahkemeye vererek ve kendi davasını savunarak bir sansasyon yarattı ve kazandığında ise daha büyük bir sansasyon yarattı. (Kahkaha) (Alkış) "Başarılamaz" sözünün yanlış olduğu ortaya çıktı. 600 mil uzakta Melbourne'de hayata gözlerini yumduğunda ben Sydney'deki bir otel odasında duş alıyordum. Duşakabinden dışarı bakıtığımda onu diğer tarafta dururken gördüm. Veda etmek için geldiğini biliyordum. Dakikalar sonra annem aradı. Birkaç gün sonra, Footscary'deki bir Budist tapınağına gittik ve tabutunun çevresine oturduk. Hikayelerini anlattık ve onun hala bizimle beraber olduğundan emin olmasını istedik. Gece yarısı keşiş gelip tabutu kapatması gerektiğini söyledi. Annem büyükannemin elini tutmamızı istedi. Keşişe, "Neden geri kalanı bu kadar soğukken eli çok sıcak?" diye sordu. "Sabahtan beri tuttuğunuz için," dedi, "Gitmesine izin vermediniz." Eğer ailemizde bir enerji varsa, bu kadınlar arasında geçiş yapar. Kim olduğumuzu ve hayatın bizi nasıl şekillendirdiğini bildiğimiz için, hayatlarımıza girmiş olabilecek erkelerin bizi engelleyeceklerini artık görebiliyorduk. Çok kolay bir şekilde yenilecektik. Şimdi kendi çocuklarım olsun istiyorum ve gemiyi düşünüyorum. Kim çocukları için böyle birşeyi ister ki? Yine de ayrıcalıktan, serbestlikten, yardımdan korkuyorum. Hayatlarında her dalgaya cesurca dalabilecekleri bir pruvayı, motorun hiç değişmeyen ritmini ve hiçbir şey garanti etmeyen geniş bir ufku verebilir miyim? Bilemiyorum. Ama bunu verip yine de güvende olacakları görseydim, yapardım. (Alkış) Trevor Neilson: Ve ayrıca, Tan'ın annesi şu an aramızda dördüncü ya da beşinci sırada. (Alkış)